29 Ekim 2013 Salı

Foto Öykü: Fabrika


Fotoğraf: Murat Can Uysal
Öykü: İrem Dönmez

“Bak ben bu fabrikanın vitraylarını çok severdim. Gelir gelir izlerdim. Sökmüşler vitrayları, zaten yakında fabrikayı da yıkacaklarmış.”

Şimdi yerinde boşluk olan pencerelere bakıyorum. Hayal ediyorum vitrayları, onun vitraylara bakarken takındığı ifadeyi. Sevdiği şeylere bakarken gözlerinde çocuklar oyun oynar onun. Bazen boş bir arsada, bazen bir parkta, bazen kentsel dönüşümden henüz nasibini almamış bir mahallede ağaçların gölgelediği ara bir sokakta.

İsim koyduğum bir arabanın içindeyiz. Çoktan viraneye dönmüş bir fabrikaya bakıyoruz. O, vitrayların artık olmadığına, fabrikanın yakın zamanda yıkılacağına üzülüyor, çocukluğunun geçtiği sokakların kaderine benzetiyor fabrikanın halini. Bense vitraysız haliyle bile seviyorum fabrikayı. Onun bakışları değdi diye, bakışlarının değdiği yerde çocuklar hâlâ oyun oynuyor diye.

Eski bir fabrikanın yıkılıp yerine başka bir şey yapılacak olmasına üzülen adamın hüznünü paylaşmaya çalışıyorum. Üzülmesin istiyorum. Üzülürse çocuklar, bakışlarında oyun oynamaktan vazgeçer diye korkuyorum. İki sokak köpeği telaşlı adımlarla geçiyor arabanın önünden.

Bakışlarında çocukların oyun oynadığı adam uzanıp beni öpüyor. Bir kedi, köpeklerin telaşına nispet yaparcasına miskin adımlarla ilerleyip geçiyor arabanın önünden, hamile. “Kedinin yavruları doğduğu zaman sevmeye geliriz değil mi?” diyorum. “Hem isim koyarız yavrulara. Sevdiğimiz şairlerin isimlerini.”

Dönüp bakıyor bana. Elleri, ellerimi tutuyor, sımsıkı. Gözlerindeki iki çocuk var şimdi. Sevişme mevsimiyle bir tutulan kiraz mevsiminde, kiraz ağacına kurulmuş bir salıncakta sallanan iki çocuk. “Gelelim” diyor. Geliriz değil de, gelelim dedi diye seviniyorum. İçim ısınıyor. Gelelim, dedikten sonra salıncak daha bir hızlanıyor, çocukların kahkahaları biraz daha canlanıyor.


Şimdi, vitrayları sökülmüş fabrikadan da, bakışlarında çocukların oyun oynadığı adamdan da çok uzakta, başka bir şehirdeyim. Ondan kaçıp da gelmişim gibi onun kaçıp gittiği bu şehre. Günün birinde bana bakarken çocuklar oyun oynamaktan vazgeçerler diye korkmuşum da gelmişim en çok.

Onun sevdiği her şey şekil değiştirmiş. Çocukluğunun geçtiği sokaklara kepçeler girip evleri yıkmış, kocaman binalar dikmiş yerine. Çocukken babasıyla maça su satmaya gittiği stada da girmiş aynı kepçeler. Bense çocukluğumda hiç oyun oynamamışım, ne ağaca çıkmışım ne zillere basıp kaçmışım. O yüzden o kadar güzel gelmiş bana belki de onun bakışlardaki çocuklar. O ise korkmuş. Bakışlarının değdiği her şey gibi benim de değişmemden.

Yalnızlıkla değil de kimsesizlikle andığım bu şehirde, bana değen bakışlarda oyun oynayan çocuklar görebilirim umuduyla insanlara bakıyorum. Ama onların gözlerinde kentsel dönüşüm kepçelerin zaferiyle sonuçlanmış çoktan.

O eski ve küçük arabanın içinde beni öpüşünün ardından kim bilir kaç mevsim geçti. Geçti de,  kiraz mevsiminde kimseler sevişmedi, kiraz ağaçlarına salıncaklar kurulmadı. Fabrika hala yerinde mi, hamile kedinin kaç yavrusu oldu, bakışlarında hâlâ çocuklar oyun oynuyor mu bilmiyorum.

Vapurdan indiğimde telaşlı adımlarla bir kedi ilişiyor ötede gözüme, hamile. Birden o küçük şehri, o virane fabrikayı, hiç görmediğim halde sevdiğim o vitrayları, o hamile kediyi, yavrularını ama en çok da gözünde çocukların oyun oynadığı o adamı özlüyorum. Ve mırıldanıyorum:


“Kedinin yavruları doğduğu zaman sevmeye geliriz değil mi?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder