Fotoğraf: Murat Can Uysal
Öykü: İrem Dönmez
“Bak ben bu fabrikanın vitraylarını çok
severdim. Gelir gelir izlerdim. Sökmüşler vitrayları, zaten yakında fabrikayı
da yıkacaklarmış.”
Şimdi
yerinde boşluk olan pencerelere bakıyorum. Hayal ediyorum vitrayları, onun
vitraylara bakarken takındığı ifadeyi. Sevdiği şeylere bakarken gözlerinde
çocuklar oyun oynar onun. Bazen boş bir arsada, bazen bir parkta, bazen kentsel
dönüşümden henüz nasibini almamış bir mahallede ağaçların gölgelediği ara bir
sokakta.
İsim
koyduğum bir arabanın içindeyiz. Çoktan viraneye dönmüş bir fabrikaya
bakıyoruz. O, vitrayların artık olmadığına, fabrikanın yakın zamanda yıkılacağına
üzülüyor, çocukluğunun geçtiği sokakların kaderine benzetiyor fabrikanın
halini. Bense vitraysız haliyle bile seviyorum fabrikayı. Onun bakışları değdi
diye, bakışlarının değdiği yerde çocuklar hâlâ oyun oynuyor diye.
Eski
bir fabrikanın yıkılıp yerine başka bir şey yapılacak olmasına üzülen adamın
hüznünü paylaşmaya çalışıyorum. Üzülmesin istiyorum. Üzülürse çocuklar,
bakışlarında oyun oynamaktan vazgeçer diye korkuyorum. İki sokak köpeği telaşlı
adımlarla geçiyor arabanın önünden.
Bakışlarında
çocukların oyun oynadığı adam uzanıp beni öpüyor. Bir kedi, köpeklerin telaşına
nispet yaparcasına miskin adımlarla ilerleyip geçiyor arabanın önünden, hamile.
“Kedinin yavruları doğduğu zaman sevmeye
geliriz değil mi?” diyorum. “Hem isim
koyarız yavrulara. Sevdiğimiz şairlerin isimlerini.”
Dönüp bakıyor bana. Elleri,
ellerimi tutuyor, sımsıkı. Gözlerindeki iki çocuk var şimdi. Sevişme mevsimiyle
bir tutulan kiraz mevsiminde, kiraz ağacına kurulmuş bir salıncakta sallanan
iki çocuk. “Gelelim” diyor. Geliriz
değil de, gelelim dedi diye seviniyorum. İçim ısınıyor. Gelelim, dedikten sonra
salıncak daha bir hızlanıyor, çocukların kahkahaları biraz daha canlanıyor.
Şimdi, vitrayları sökülmüş
fabrikadan da, bakışlarında çocukların oyun oynadığı adamdan da çok uzakta,
başka bir şehirdeyim. Ondan kaçıp da gelmişim gibi onun kaçıp gittiği bu şehre.
Günün birinde bana bakarken çocuklar oyun oynamaktan vazgeçerler diye korkmuşum
da gelmişim en çok.
Onun sevdiği her şey şekil
değiştirmiş. Çocukluğunun geçtiği sokaklara kepçeler girip evleri yıkmış,
kocaman binalar dikmiş yerine. Çocukken babasıyla maça su satmaya gittiği stada
da girmiş aynı kepçeler. Bense çocukluğumda hiç oyun oynamamışım, ne ağaca
çıkmışım ne zillere basıp kaçmışım. O yüzden o kadar güzel gelmiş bana belki de
onun bakışlardaki çocuklar. O ise korkmuş. Bakışlarının değdiği her şey gibi
benim de değişmemden.
Yalnızlıkla değil de kimsesizlikle
andığım bu şehirde, bana değen bakışlarda oyun oynayan çocuklar görebilirim
umuduyla insanlara bakıyorum. Ama onların gözlerinde kentsel dönüşüm kepçelerin
zaferiyle sonuçlanmış çoktan.
O eski ve küçük arabanın içinde
beni öpüşünün ardından kim bilir kaç mevsim geçti. Geçti de, kiraz mevsiminde kimseler sevişmedi, kiraz
ağaçlarına salıncaklar kurulmadı. Fabrika hala yerinde mi, hamile kedinin kaç
yavrusu oldu, bakışlarında hâlâ çocuklar oyun oynuyor mu bilmiyorum.
Vapurdan indiğimde telaşlı adımlarla
bir kedi ilişiyor ötede gözüme, hamile. Birden o küçük şehri, o virane
fabrikayı, hiç görmediğim halde sevdiğim o vitrayları, o hamile kediyi,
yavrularını ama en çok da gözünde çocukların oyun oynadığı o adamı özlüyorum.
Ve mırıldanıyorum:
“Kedinin
yavruları doğduğu zaman sevmeye geliriz değil mi?