Fotoğraf: Murat Can Uysal
Öykü: İrem Dönmez
Yollar, bir de yıllar. Ne garip, en çok kendimle kaldığım yer şehirlerarası otobüs yolculukları oluyor. Üstelik yanımda oturan teyzenin nereli olduğum hakkındaki sorularına, muavinin kek ısrarına rağmen. Ankara’dan Ayvalık’a giden bir otobüsteyim. Vakitlerden gece, mevsimlerden yaz, yaşım ise pişmanlık. Otobüs, tatile giden Ankaralıların geç kalmış neşesi, abartılı heyecanıyla dolu. Bir bebek durmadan ağlıyor, birisi uykusunda sayıklıyor.
Neşeden, heyecandan, mutluluktan nasibini almayan tek koltuk benim oturduğum. Gece yarısı çalan bir telefonla, aceleyle hazırlanmış bir çantayla, mecburiyetten düşülmüş bir yol benimkisi. Aklımda denizin sesi, usul usul esen meltemlerin nefesi değil de yine Ankara’dan Ayvalık’a çocukken yaptığım yolculuklar var. Mevsimlerden yine yaz.
Yedi yaşım, okuma yazmayı öğrenip de birinci sınıfı bitirmiş de düşmüş yollara anne babasıyla. Koca bir yaz var önünde anneanne ve dedeyle geçirilecek. Annenin “Dedenleri üzme kızım” tembihleri, anneannenin “Aman koşma kızım, ayağın takılır düşersin” tembihlerine karışırken benim tek derdim, taş evin ağaçlarla kaplı bahçesindeki salıncakta dedeme okuma yazmayı nasıl da güzel öğrendiğimi kanıtlamak.
Nice sonra araba farları aydınlattı bahçeyi, arabanın sesi bozdu Ağustos böceğinin rahatını. Koşup fırladım bahçe kapısına. Yeşil arabasından olanca heybetiyle indi dedem eli kolu dolu. O an derste olsaydık da, “Özlem ve kavuşma kelimelerini cümle içinde kullanın” diye ev ödevi verseydi öğretmenim, o cümlelerin öznesinde dedem olurdu mutlaka.
O yaz dedemin arabasıyla yakındaki koylara yaptığımız kısa yolculuklarla, anneannemin hasır sepete özenle yerleştirdiği kuru köftelerle, limon çiçeği kokularıyla, o güzelim evin bahçesindeki salıncağın gıcırtısıyla, Ağustos böceklerinin bir süre sonra huzuru anımsatan sesleriyle, evin bahçesinde koştururken düşüp de yaralanan bacaklarımın kabuk tutmasını beklemekle geçti.
Çarşamba günleri demek şehir merkezine gitmek demekti. Dedem, kahvaltı masasına hasır şapkasını koyardı, bunun o gün yolculuğa çıkmak demek olduğunu bilirdim. İçim içime sığmaz, normalde bin bir türlü nazla yapmayı reddedeceğim kahvaltıyı bir çırpıda bitirir, yeşil arabaya binip dedemle sohbet ede ede bir yerlere gitmek için heyecanlanırdım.
Faturalar ödendikten, anneannenin siparişleri alındıktan sonra dede torun ritüellerimize gelirdi sıra. Mutlaka Seyfi Efendi’den sakızlı dondurma yenir, o dondurma elbiseye damlatılır ve akşam da anneanneden bir güzel azar yenilirdi. Bir de Remzi Amca’ya uğrar kitap alırdık. Hem dedeme hem de bana. Bilirdim, bahçedeki salıncakta okunacak o kitaplar. Tane tane, usul usul.
Muavinin yolculuğun sonlanmak üzere olduğunu anons eden sesi pek çoğunu uykusundan, beni de çocukluk düşlerimden, limon çiçeği kokusundan, üzerinde kitap okunan salıncağın gıcırtısından uzaklaştırıyor. Küçük çantamı alıp beni dedemlerin evine götürecek minibüse yerleşiyorum. Şehir merkezinden geçerken fark ediyorum ki ne Remzi Efendi’nin kitapçısından ne de Seyfi Efendi’nin dondurmacısından eser kalmış.
Minibüsten inip o ağaçların gölgelediği, her yerinin mis gibi beyaz sabun koktuğu, çocukluğumdan bu yana varlığını olduğu gibi koruyabilmiş tek yere, çocukluk yazlarımın evine çıkan sokağa giriyorum. Evin önü kalabalık, cenaze evine yemek taşıyanlar, kapı önünde elinde sigara bekleşenler, annesinin elinden kurtulup da koşturmaya meraklı çocuklar, gölgede miskin yatan kediler. Yeşil Anadol, çocukluğumun en güzel gezilerinin, en güzel sohbetlerinin başkahramanı araba yorgun yorgun asmanın altında, beyaz salıncak hala elma ağacının gölgesinde, duymuyorum ama biliyorum gıcırtısı da yerli yerinde.
Kimselere görünmemeye dikkat ederek arka kapıdan usulca giriyorum eve. Arka odaya giriyorum. Çarşaflar hala bembeyaz, pencere önü fesleğenler hala tombul. Her şey hatırladığım ve bıraktığım gibi. Yalnız Anadol’un yeşili solmuş bir parça, çocukluğum uzakta, dedem daha da uzakta.
Uzanıp dedemin hediyesi kitaplardan birisini alıyorum. Hızlıca karıştırıyorum sayfaları, nereyi okumak istediğimi iyi biliyorum. Okumaya başlıyorum ve aynı zamanda gece yarısı çalan telefonla aldığım haberden sonra ilk kez ağlamaya:
"Daha çok anlat” dedim.
“Hoşuna gidiyor mu?”
“Çok. Elimden gelse seninle sekiz yüz elli iki bin kilometre hiç durmadan konuşurdum.”
“Bu kadar yola nasıl benzin yetiştiririz?”
“Gider gibi yaparız."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder