28 Eylül 2013 Cumartesi

Foto Öykü: Mektup


Fotoğraf: Murat Can Uysal
Öykü: İrem Dönmez

Babadır benim için bisiklet. Önce üç
 tekerlekli bir bisiklet, başımda beyaz bir şapkayla yanı başımda bir baba. Sonra yedek tekerleri sabırla söküp biraz da korkarak arkamdan korkarak bakan bir baba. Ama hep baba. Bundan sebep ne zaman bir bisiklet görsem bir apartman boşluğunda ya da bir ağaç gölgesinde oturup babama mektup yazmak isterim.

Baba,

Hani bir kitapta altını çizmişsin ya kız çocuklarının ilk aşklarının babaları olduğu ve ileride de babalarına benzer kişilere âşık olduklarına dair satırları. Dün eski kitapları karıştırırken rastladım eski kokan, kitap kokan, sen kokan sararmış sayfalı o kitaba. Kırmızı, kalın bir kalemle defalarca üzerinden geçilmiş gibi satırların. Kaç yaşında olduğunu, nasıl göründüğünü hayal etmeye çalıştım seni, sen o kitabı okuyup, satırlarını çizip, satır aralarını doldururken.

Kitabın başına o güzel el yazınla yazdığın nota bakılırsa ben henüz iki üç Yaşlarındayım. Hani şu yeni yeni ayaklanmaya başladığım, kaset koleksiyonunu o “cılız” parmaklarımla mahvettiğim, pastel boyalarla evin duvarlarını baştan sona karaladığım, elindeki kameraya türlü şaklabanlıklar yaptığım dönem. Sahi baba, ne düşünüyordun çizerken o satırların altını? Baba olmanın nasıl bir şey olduğunu yeni yeni anlamaya başladığın, küçük kızın etrafı elindeki boyalarla boyayıp, sık sık hastalanarak sizi gecenin yarılarında doktor aramaya çıkmaya zorlarken ne düşünerek çizdin o satırların altını? 

Büyüdü küçük kızın. Hatalar yaptı, doğrular aradı, hayaller kurdu dünyaya inat, cesur olmaya çalıştı en zor anlarında babası gibi, annesi gibi masallar anlatıp hikâyeler yazarak başa çıkmaya çalıştı hayatla. Büyüdü küçük kızın ve âşık oldu baba. Çizdiğin satırlara inat adamlara âşık oldu. Hani sana benzeyeceklerdi baba? 

En sevdiğim o pembe saçlı bebek kaybolduğunda şehirlerarası bir yolculukta, elimden tutup Ankara’nın o soğuğunda tüm oyuncakçıları gezmiştik seninle hatırlıyor musun? Sonunda bulamayıp pes ettiğimizde, kırmızı mantosu ve kırmızı şapkası içinde minik burnu donan kızının önünde eğilmiş, uğur böcekli eldivenli ellerini tutmuş ve ona şunları söylemiştin: “Aradık ama bulamadık bebeğini kızım. Zaten bulsaydık da o bebek Ayşe bebek olmayacaktı. Başka bir bebeğe de sırf saçları aynı renk diye Ayşe diyemezdik değil mi? Ayşe gitti, ama sen onu sevdiğin sürece yanında olmamasının bir kayıp değil senin için.”

Beş yaşındaki halimle anlayamasam da tam olarak ne söylediğini, ses tonundan yanımda olduğunu ve beni hiç bırakmayacağını hissetmiş sıkıca sarılmıştım bana uzanan o güven dolu, sıcacık ele. Bıyıklı, gözlüklü, bir zamanların ateşli solcusu, 78 öğrenci lideri bir baba, henüz beş yaşında sevdiği bir şeyi kaybetmenin ne demek olduğunu anlamaya çalışan kızına destek oluyordu. Baba- kız Ankara soğuğuna, kaybettiklerimize inat el ele yürümüştük sanki o gün… 

Peki, ben anasınıfındayken katıldığımız televizyon yarışmasını hatırlıyor musun baba? Hani soruları önce çocuklara, sonra ebeveynlere sorup aynı cevapları almaya çalıştıkları yarışma. Hani babaların kızlarıyla, annelerin oğullarıyla katıldığı ve bizim birinci olduğumuz yarışma. Şimdi katılsak yine birinci olur muyuz peki baba? O zamanlar biliyordun kızının en sevdiği rengi, en sevdiği çizgi filmi, büyüdüğünde ne olmak istediğini… Peki ya şimdi? Ne kadar şey biliyoruz birbirimiz hakkında baba? Çok mu uzağa düştük birbirimizden yoksa büyümek mi bunun adı? Büyüdükçe yabancılaşır mı kızlar babalarına ve yaşlandıkça babalar kızlarına? 

Bazen çok özlüyorum seni, annemi, evi, evimizin kokusunu. En çok da biten bir günün ardından karanlık ve yalnızlık kokan evime atarken adımımı. Yalnızlığı seviyor gibi yapmaktan yoruldum ben baba. Senin olduğun o evi özlüyorum, hala aile olduğumuz o günleri özlüyorum. Hafta sonlarına ve tatillere sıkıştırmaktan aile olmayı, birileri beni sevsin diye uğraşmayı, hayat zorlamasın diye herkes gibi olmayı sevmiyorum, sevmedim ve seveceğimi de hiç sanmıyorum. Çünkü ben senin kızınım baba, gözlerimizin miyop oluşu dışında da pek çok ortak yanımız var.

Ne kadar çok anlatacak şeyim varmış değil mi baba? Sen hazır et rakı sofranı, kızın çıkıp gelir belki beklenmedik bir anda. Yine yaparız o eşsiz sofra başı muhabbetlerimizi. Sen bana içki sofrası adabını anlatırsın öğretmen edanla, ilk aşkını anlatırsın sonra annem duymasın diye fısıldayarak, üniversite yıllarını, Mamak’ ta geçirdiğin o üç haftayı anlatırsın bir de. 

Özlemişim seni baba, en çok da konuşmayı seninle. Bu aralar kendimle konuşurken yakalıyorum kendimi.  Ama sen değil miydin zaten “ Sözcüklerini ve duygularını hak edenler ve doğru zamanlar için sakla.” diyen. Umarım karşıma günün birinde senin kadar çok sevecek birisi çıkar baba. Senin kadar sevecek, senin kadar önemseyecek, senin kadar dikkatle dinleyecek. Kitabında satırlarının altını çizdiğin o yazarı haksız çıkarmak istemiyorum baba: “Kızlar, babalarına benzeyen adamlara âşık olur.”

Ve baba, şimdi olmaz diyorum da, olur da bir gün çocuğum olursa senin bana anlattığın masallar, okuduğun hikâyelerle uyutacağım onu: Küçük Prens, Küçük Kara Balık, Martı, Behrengi’ den masallar… Ve tıpkı babam gibi kaybettiğinde sevdiği bir şeyi, bulamayacağımı bildiğim halde elinden tutup aramaya çıkacağım onunla. Sırf yanında olduğumu hissetsin diye.

Ben her şeyden önce ve herkesten çok senin kızınım, unutma olur mu baba? Ve sesli olarak dile getiremesem de seni çok seviyorum baba.

İmza: Hep küçük kalacak kızın

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder